İnsanoğlunu evrende diğer varlıklardan ayıran en önemli niteliği, özel bir dil yetisi ile donatılmış olmasıdır.

Dil, insanı zamansal ve mekânsal olarak taşıyan, aktaran ve kuran bir fenomendir. Bu yüzden denebilir ki, dil olmasaydı, fenomenolojik anlamdaki insan başarıları da olamazdı. 

Yazı ise dilin belli imler/ harfler/işaretler aracılığı ile daha kalıcı düzeydeki dönüştürümüdür. Dil düşüncenin evi olduğu kadar, yazı da temel dil olgusunun zamansal düzlemdeki evidir. Bir dilin yazı dili olarak gelişimi, o dilin konuşulduğu toplumun düşünsel seviyesi ile doğru orantılıdır. Bu bakımdan birçok uygarlık tarihçisi, insanlığın tarihini yazının tarihi ile birlikte başlatır.

Türkçe, en eski yazılı metne sahip beş dünya dilinden biridir. Türkçenin arka-planındaki köklü uygarlık deneyimine gönderme yapan yazı düzlemindeki bu akışı, ne yazık ki, tarihin belli dönemlerinde “araç” niteliğindeki işaret sisteminin/harflerinin kendi bünyesine uymaması dolayısıyla zaafa uğramış ve Türkçe metinlerden çekilir hale gelmiştir. Divan edebiyatında özellikle düzyazı/nesir alanında görülen bu trajik çekiliş, Türk düşünce ve öyküleme tarzındaki anlatı refleksinde büyük kırılmaların hatta kopuşların yaşanmasına neden olmuştur. 

Arap yazı sisteminin nitelikli bir uyarlama yapılmadan alınıp Türkçeye hemen hemen Arapça ile aynı biçimde uygulanması, bu çekilişin en temel gerekçelerinden birini oluşturur. Zira toplam 3 ünlü ses göstergesine sahip Arap alfabesi, lehçeleriyle toplam 12 ünlü sesi olan Türkçenin yazılışına uygun değildi ve sık sık yanlış yazmalara/okumalara meydan vermekte idi. Böyle bir yanlışa meydan vermemek için yazarlar, Türkçe sözcüklerin karşılığı olan Arapça ve Farsça sözcükleri tercih ediyorlar ve zamanla bu durum topyekûn bir dil dışlaması’na doğru gidiyordu.

Birçok kaynaktan beslenen bu dil dışlanmasının en belirgin dayanakları, kendini bütün eleştirilere kapamış olan dini söyleme bürünerek karşımıza çıkmakta idi. Uydurma hadislerle “Arapça’nın Tanrı kelamı ve cennet lisanı olduğu” söyleniyor ve Arapçanın taşıyıcı aracı alfabe de böylece kutsallaştırılıyordu. O dönemlerde pek geçerli olan uydurma hadislerden bazılarını (Cündioğlu, 1997, 141-143) şöyle sıralayabiliriz;

“Cennet ehlinin dili Arapça’dır, onlar Allah’ın huzurunda Arapça konuşurlar.” (İbn’ülCevzi, 1983:III/71)
“Arapları üç sebepten ötürü seviniz: Ben Arabım, Allah’ın kelamı Arapça’dır ve cennet ehlinin dili Arapça’dır. (Hakim, 1342: IV/87; Suyuti, 1983: I/442; Aliyyu’lQari, 1985: 182;  İbnArraq, 1981: II/30; Şekvani 1960:413; Elbani, 1985:1/189)
“Allah’ın en nefret ettiği dil Farsça’dır. Şeytanlar Huzistanlıların, cehennemlikler Buharalıların, cennetlikler ise Arapların dilini konuşurlar. (İbn’ül Cevzi, 1983: III/73; Suyuti, 1983: I/11; İbn Arraq, 1981: I/137) 

Tanrı kelamı ve cennetin lisanı olarak kutsallaştırılan Arapça, daha baştan, Müslümanlaşan Arap-dışı bütün toplumların dillerini tehdit eden bir dokunulmazlık zırhına bürünüyordu. İman’ın tartışılmazlığı, yedeğinde taşıdığı Arap kültürüne ait birçok değeri de kutsayıp tartışılmaz kılmakta ve adeta vizesiz kabul edilmesine zemin hazırlamakta idi. Bu değerlerden birisi de, doğrusu Arap dilinin mahfuzu/koruyucusu olan Arap alfabesi idi. Arapçanın sağlıklı yazılması ve okunması için ideal bir kodlama sistemi olan bu alfabe, maalesef, sesli harfler düzeneğine göre işleyen bir dil olan Türkçenin bünyesine uymayan bir işaret sistemi idi. Zira bu alfabede toplam üç sesli harf bulunmasına rağmen; Türkçede -lehçeler de dâhil- toplam 12 sesli harf vardı. Her birinin ayırt edici bir işlevi de olan bu 12 sesli harfi, 3 sesli harfle karşılamak, elbette mümkün değildi. Yazarken sesli harfleri gösterilemeyen Türkçe sözcükler, ancak cümle bütünlüğüne göre ve/ya karine yolu ile anlam kazandığından pek çok okuma ve yazma yanlışlıklarına neden olmakta idi.  

Bu konuda tarihteki tartışmalar ve örnekler bir yana, benim 1998-1999 yılları arasında okuttuğum üçüncü sınıf öğrencileri üzerinde yaptığım ankette, oldukça şaşırtıcı sonuçlar aldım. Normal öğretim ve ikinci öğretim öğrencilerinden oluşan toplam 216 öğrenciyi kapsayan ankette, iki yıllık yoğun programlı (haftada 5 saat)  Osmanlıca hazırlık eğitimine rağmen, bu öğrencilerin matbu yazılarda bile hatalı okuma oranlarının oldukça yüksek olduğunu tespit ettim. Sözgelimi, Fikret’in Ömr-i Muhayyel adlı şiirini eski yazıdan yeni yazıya aktarımını içeren sınav sorusunu:

Tamamını doğru okuyan öğrenci sayısı: 37
Bir hata ile okuyan öğrenci sayısı: 70
İki hata ile okuyan öğrenci sayısı: 65
Üç ve üzeri hata ile okuyan öğrenci sayısı: 44
Toplam: 216

Aynı öğrencilerin, bir ayda öğrendikleri kiril alfabesiyle telaffuzuna yabancı oldukları halde okudukları Azeri Türkçesiyle yazılmış metinlerdeki hata oranları ise şaşırtıcı bir oranda düşüktü.  Şehriyar’ınHeyder Baba’ya Selam adlı şiirinin Latin asıllı Türk alfabesine aktarımındaki oranlar ise şöyledir:

Doğru okuyan öğrenci sayısı: 195
Bir hata ile okuyan öğrenci sayısı: 14
İki hata ile okuyan öğrenci sayısı: 7
Üç ve üzeri hata: 0
Toplam: 216

Bu sınırlı veriler, elbette bütün bir yazı maceramızı açıklayamaz ama araçların işlevselliği ve kullanım kolaylığı bakımından bir fikir verebilir. Arap alfabesi ile yazılan metinlerdeki yanlış okumaların, özelikle Türkçe sözcüklerde yoğunlaşması; okuyandan ve yazandan çok kullanılan aracın kısıtlayıcılığından ve dilin bünyesine uymazlığından kaynaklanan bir sorundur. Yanlış okumaları giderme adına, Türkçe sözcüklerin yerine Arapça veya Farsçalarının tercih edilmesi, Türkçenin yüzyıllarca nasıl bir haksızlığa maruz kaldığını göstermektedir. Sözgelimi birinin öldüğünü bildirecek “öldü” sözünün yazımı, “oldu” da okunabilen bir işaretleme ile yazıldığından, bunun yerine; “mevt oldu”, “merhum boldı” veya “vefat yaften” şeklinde yazılarak bir ölçüde hata giderilmiş olunuyordu. Türkçenin haksız bir biçimde yazılı metinlerdeki rekabet gücünü kıran bu araç değer, yani alfabe, dinsel bir kutsallığa bürünerek göründüğünden kimsenin onu eleştirmesine olanak da tanımıyordu. Ancak birçok şair, aydın ve yönetici bu haksızlığın önlenmesi için büyük çabalar harcamaktan da geri durmuyorlardı. Sözgelimi, Kaşgarlı Mahmut,“Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye” (Kaşgarlı Mahmut, 1992, 6) kaleme aldığı Divanü Lügati’t-Türk adlı eserinde, Türk dilinin önemini, yine kutsal bir söyleme yani hadise sığınarak belirtme ihtiyacı duymakta idi;“Türk dilini öğreniniz, onlar için uzun sürecek bir egemenlik vardır”.Yazar,sonradan bu sözün tartışma yaratabileceğini düşünerek mantıksal bir açıklama da getirmeyi de ihmal etmez; “Bu doğru ise -sorgusu kendi üzerlerine olsun- Türk dilini öğrenmek gerekli (vacip) bir iş olur; yok bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder.” (Kaşgarlı Mahmut, 1992, 6). Skolastik temellendirmeye dayanan yayılmacı bir mantığa, akıl yöntemiyle verilen bu yanıt, Türkçenin en büyük abidelerinden birinin yazılmasına neden olacaktı. Divanü Lügat-it-Türk, içerdiği eşsiz bilgi materyali kadar, skolastik mantığın zırhına bürünerek ilerleyen dil yayılmacılığını kıran bir kardelen çiçeği gibi, Türk dilinin ölmezliğini simgelemesi bakımından da büyük önem taşımaktadır. Ancak Divanü Lügat-it-Türk, Türkçenin güçlü yazılı dönem etkisinin henüz devam ettiği bir aşamada yazılmıştı. Ne yazık ki, bu tarihten itibaren yayılmacı anlayışın dil kuşatması, sürekli artan etkileriyle devam edecek ve Türkçenin metinlerle bağlantısını en aza indirgeyecekti.

Yüzyıllarca edebi bir dil olarak işlenmiş Türkçenin metinlerden dışlanması, zamanla Türk toplumunun ve Türk düşüncesinin dışlanmasına da zemin hazırlamıştır. Âşık Paşa’nın;
“Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi”  (Levend, 1972, 8)
sözleri, bu dışlanmanın psiko-sosyal boyutunu çok iyi bir biçimde yansıtmaktadır. Bir toplumun diline rağbet olmayınca kendisine de rağbet olmaz. “gönül akmaz” ibaresi, dilin psiko-sosyal işlevine gönderme yapan bir ifadedir. Dil, insanlar arası duygu ve düşünce akışını sağlayan taşıyıcı, biçimlendirici bir değerdir. Bu taşıyıcı değerin tıkanması veya dışlanması, o dilin ait olduğu ulusun bütün tinsel açılımlarının tıkanması ve dışlanması anlamına gelir. Yani Türklere “gönül akma”sı için, Türk dilinin, ulusun ruhuyla bağlantısını koparmaması ve uygun ifade araçları ile açımlanması gerekmektedir. Tarihin belli dönemlerindeki yabancılaşma olgusu, bu psişik tıkanma süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Hoca Mes’ud, Süheyl ü Nevbahar’ında, ‘kendine yabancılaşma’nın utancını yaşadığını şu dizelerle ifade eder; 

“Bu bir nice beyti düzincebenüm
Hacaletten eridi yaru tenim”

Türkçe yazmanın, insanı utancından eriten bir iş olduğunu söyleyen Hoca Mes’ud, bir devrin hastalıklı ama geçer dil anlayışını dile getirmektedir. Bu yabancılaşma, yeni girilen medeniyet dairesine ait araçları, kendi kültür değerlerine göre düzenleyemeyen Türk aydınının, zamanla inisiyatifi kaybederek yabancı kültürlerin egemenliğine kendi varlık alanını açmasından kaynaklanır. Dil gibi önemli bir kurucu değerin desteğini yitiren Türk aydını, kendine yapay ve yabancı kimlik mekânları aramakta ve bu da döngüsel bir biçimde kendinden uzaklaşmayı ve ötekileşmeyi getirmekte idi. Zira dil, bir ulusun ruhunun yuvalandığı, kendilik değerleriyle özgüvenini bulduğu, tinsel sınırlarını keşfettiği bir kültürel kimlik mekânı idi. Kültürel kimlik mekânlarından uzaklaşan insan ve toplumların, yaratıcı bir değer oluşturmaları ve düşünsel anlamda insanlık düşüncesine bir katkıda bulunmaları da mümkün değildir. Nitekim Bogut ve Orhun Yazıtları, Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut öyküleri vb gibi yüksek düzeyde yazılı metinlere sahip Türk dili, zamanla yoğun bir dil ve ardından düşünce istilasına uğramış ve zamanla metinlerden silinme noktasına gelmiştir. Sayıları hiç de az olmayan Türkçe yazmaktan dolayı özür dileyen yazarlar veya utançtan teninin eridiğini söyleyen şairler, aslında kendi denizlerini kuruttuklarında açıkta kalacaklarından habersiz balıklar gibi, problem yitimine uğradıklarının ve düşüşlerini yücelten bir ötekileşme sendromu yaşadıklarının farkında değillerdi. Oysa örnek aldıkları, Fars edebiyatının en büyük şairlerinden Firdevsi, 60 bin beyitten oluşan Şehname’yi yazarak “acem milletini yeniden dirilttiğini” söylemektedir; ”Besi rencbürdem derin sal-i si/  Acem zinde kerdem bedin Parisi” (Levend, 1961, 5).

Görülüyor ki, Türk aydın ve sanatkârları dil konusunda, felsefi anlamıyla ‘problem yitimi’ne uğrama tehlikesi ile yüz yüze gelmiştir.  Problem yitimi, elbette ontolojik anlamda büyük bir değersizleşme göstergesidir. İnsanın, kendi varlık alanı ile yaşamsal nitelikteki değerler dünyasına kayıtsız/kaygısız kalması, onu gelecekten koparacak tinsel bir krizin ilk işaretleridir. Bütün yenileşme çabalarına rağmen zamanımıza kadar bir Türk felsefesinin, Türk dünya görüşünün sistematik bir biçimde oluşturulamayışının temelinde böylesine bir krizin büyük payı olduğu kanısındayım.  

Dilin yaratıcı desteğini yitirmiş Türk düşün ve sanat adamları, ancak Arap/Fars düşün ve sanat dünyasını taklit ediyor ve onlara benzemeyi bir başarı ölçüsü olarak kabul ediyordu. Zamanla her şairin hemen bir Arapça/Farsça divanı yazması moda oldu ve her şair, yeni medeniyetin ortak konuları, tipleri adına mitolojik Arap/Fars kahramanlarını anlatan eserleri aynen tekrar etmeyi temel görev bildiler. Dolayısıyla Osmanlı döneminde pek çok Leyla vü Mecnun, Cemşid, Hurşid, Züleyha öyküleri yazılmaya başlandı. Bu konu ve tip tekrarları, belli bir süre sonra Türk aydın ve sanatçılarının yaratma gücünü felç etti ve onları ezbere gören, ezbere düşünen dolayısı ile varlık alanı ile yaratıcı ilişkiler kuramayan birer gölge kişilikler haline getirdi. Yeni tipler, yeni vak’alar yaratmak ve onları öykülemek hemen hemen unutuldu. Bu psişik tıkanma süreci, ancak anadilin denizinde yunmakla arınılacak, aşılacak bir günah sendromundan besleniyordu. Bunun için, imleme/işaretleme sistemi yüzünden metinlerden kovulan Türkçenin, yeniden evine dönmesi, yazıyla barışması gerekiyordu. Hiçbir düzenleme yapılmadan kullanılan Arap alfabesi ile yazılan ve üç dilin ortak kurallarına göre işleyen Osmanlıca ise öğrenimi bir hayli güçleştiriyordu. Yaşam ile yazı arasında büyük bir kopuşa neden olan bu durumu, Cevdet Paşa “Münşeatımız tarz-ı İraniyan’ataklid yolunda olup sebk-i inşamız muheveratımıza asla uymaz. Yazdığımız söylediğimize ve söylediğimiz yazdığımıza benzemez. Ekseriya seci ve cinası-ı lafzi uğruna sözün kuvveti feda edilir.” (Cevdet Paşa, 1967, 21) diye bu garip ikilemi eleştirir. Yazdığımız ile söylediğimizin birbirine benzemeyişi, özellikle düzyazının cansız, ruhsuz ve bıktırıcı bir oyuna dönüşmesine neden olur.  Bu cansızlıktan kurtulmak için kaynaklara dönülmeliydi; fakat dilin kaynağı halktı ve halkın söylediği de yazıya uyumuyordu.

Bu bakımdan tarihi süreç içerisindeki yenileşme çabaları incelendiğinde, genellikle ilk hamlenin dille ve dilde yapılan yenilikler üzerine kurulduğunu görürüz. Nitekim Tanzimat süreci bunun en güzel örneği idi. Şinasi “Bil’ittizam lisan-ı avam üzere” eserler kaleme alıyor ve atasözleri ve deyimleri toplayarak Türkçenin sözlü edebiyatta yaşayan mayasını yazılı edebiyata çalmak ve yeni bir dirilişi başlatmak istiyordu. Namık Kemal ve ilk dönemlerinde Ziya Paşa da dilin değiştirici ve yaşatıcı etkisine inanmış insanlardı. Türkçenin gelişmesi ve zenginleşmesinin, Türk düşüncesinin gelişmesi ve zenginleşmesi demek olduğunu pekâlâ biliyorlar ve bunun için çalışıyorlardı.  Zira Cevdet Paşa’nın işaret ettiği ikilem, büyük bir çözülüşü ve niteliksizleşmeyi içinde taşıyordu ve 19. yüzyılın sonlarında bizim düştüğümüz yerden kalkmaya hatta yeniden doğmaya acil ihtiyacımız vardı.

Tanzimat dönemi öyküleme türü (fiction) eserler incelendiğinde; Türk anlatı geleneğinde, yıkım ölçüsüne varan geriye gidişin izlerini, daha net bir biçimde görmek mümkündür. Özgün vak’ave tip yaratımları, güçlü nedensellik bağlarıyla örüntülenme ve anlatıcının objektifliğini koruması gibi anlatı tekniklerinin temel değerleri açısından mükemmellik düzeyinde başarı gösteren Dede Korkut öykülerinden, birden Tanzimat roman ve öyküsüne -adeta- düşeriz. Yukarıda saydığımız anlatı değerlerine göre, henüz oldukça geri olan bu romanlar, elbette bir çözülüşün sonunda gelinen yerdi. 500-600 yıl önce, mükemmel anlatılar kurgulayan Türk muhayyilesi, Tanzimat dönemine gelindiğinde; dört başı mamur bir öykü anlatamaz, özgün bir karakter yaratıp ona inandırıcı bir serüven yaşatamaz olmuştu. Oysa Dede Korkut öyküleri, günümüz modern dünya anlatılarına bile öncülük edecek derin bir estetik perspektife sahipti. Anlatı tarzındaki bu geriye gidişin, daha doğrusu bilinç travmasının şüphesiz pek çok nedenleri vardı ama bunların en önemlilerinden birisi şüphesiz, Türkçeyi ve Türkçenin dünyasını metinlerden kovmaya çalışan Arap alfabesi idi. 

Nitekim Sultan II. Abdülhamit de, kurduğu bir komisyon ile alfabenin ıslahına olmazsa değiştirilmesine dair bir çalışma başlatmıştı (Şimşir,1992, 29). Sultan II. Abdülhamit, ıslah olmadığı takdirde Çerkez veya Ermeni harflerinin alınmasından yana bir düşünceye de sahipti.  Ancak devrin gelişen olayları ve çöküş sürecindeki devletin işleri bu planın başarı şansını bir hayli düşürmüştü.

Tarihin birçok döneminde şikâyet edilen, yakınılan ve mevrus bir günaha dönüşen bu sorun, ancak ihtilalcı bir kişiliğin ateşin düşünce ve eylemlerinde yanarak yok olabilecekti. Büyük bir öngörüyle; “milliyeti yapan her şeyin dil sayesinde muhafaza olduğunu” söyleyen Mustafa Kemal Atatürk, “Türk dili, Türk milletinin zihnidir, kalbidir” (Cunbur, 1981, 35)derken de dilin bu yüksek düzeydeki kurucu işlevine gönderme yapmaktaydı. Türk zihninin ve kalbinin bağımsız olabilmesi için, Türk dilinin kendine uygun ifade araçları bulması kaçınılmazdı. Araçların kutsallığına inanılan saçmalıktan kurtulmak elbette kolay değildi ama ateş, dokunduğu her yerde silinmeyecek izler bırakır ve günahı temizlerdi. Nitekim Harf Devrimi, böyle bir temizliğin öncüsü oldu ve Türkçe, tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar metinlerin içine akmaya, kendisiyle beraber Türk düşünce yaşamını da geliştirmeye ve renklendirmeye başladı. Türkçenin yazı ile barışması ve evine dönmesi, Anadolu insanının yıllarca unutulan, ihmal edilen öykülerini de metinlere taşıdı. Böylece edebiyat dünyamız; Arap’ın, Fars’ın ve Fransız’ın ödünç ve yapıştırma tiplerinden ve klişe konu kalıplarından kurtulup kendi özgün kaynaklarından beslenmeye yöneldi ve zenginleşti.  

Değişen alfabe değil, kendine ve dünyaya bakma biçimi idi. Zira insan kullandığı araçlara hâkim olmaz ise onlar tarafından ele geçirilir ve dünyaya bir makine gibi bakmaya başlar. R.D. Laing, Bölünmüş Benlik adlı eserinde, dünyaya makine gibi bakmanın kişiliksizleşmenin en belirgin göstergesi olduğunu söyler (Laing, 1993, 49). Türk aydın ve sanatkârı, kendisi ile dili arasına alfabe gibi yapay bir engel koymuş sonra da anadiliyle bağlantı kurmayı “yaru teni eriye(rek)” seyredecek kadar ötekileşmiştir. Kendisi olmayı başaramayan kişi ve toplumların, insanlık için herhangi bir katkıda bulunması mümkün görülmediği gibi, bu tür kişi ve toplumların fazla ciddiye de alınmadıkları da muhakkaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihin belli dönemlerinde Türkçenin dışlanmasına karşı gösterilen ve daha çok bireysel nitelikli olan tepkiler; Osmanlı’nın büyük arayışlar içine girdiği 19. yüzyılda daha yoğun bir biçimde sürmüş ve  “alfabe ıslahı” etrafında yeni ve resmi bir görüşün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ne var ki, bütün bu gelişmeler, Sultan II. Abdulhamit’in Ali Suavi başkanlığında kurduğu komisyona rağmen Cumhuriyet’e kadar kesin bir sonuca ulaşamamıştır.  Cumhuriyet, genel anlamda Tanzimat’la başlayan halka dönüş projesinin somut bir açılımı olarak harf devrimini gerçekleştirerek, Türkçenin yeniden evine dönmesini sağlamış yani onu metinlerle barıştırmıştır. 

Türkçenin metinlerle barışması, Cumhuriyet Türkiye’sinin ve Atatürk’ün en önemli başarılarından birisidir. Zira metinlere akarak büyüyen/gelişen Türkçe, yalnızca bir dil olarak işlerlik kazanmakla kalmamış, düşünceyi ve düşünceye bağlı etkinlikleri de geliştiren bir olgu haline dönüşmüştür.

Kaynaklar
Cevdet Paşa (1967), Tezakir-i Cevdet, (Yayına Hazırlayan Cavid Baysın), TTK Yayınları, Ankara 
Cunbur, Müjgan (1981), Atatürk ve Milli Kültür, Ankara.
Cündioğlu, Dücane (1997), Anlamın Buharlaşması ve Kur’an, İstanbul.
Kaşgarlı Mahmud(1992), DivanüLügati’t-Türk, (Çev. Besim Atalay), TDK Yayınları, Ankara.
Laing, R.D., (1993), Bölünmüş Benlik  (Çev.Selçuk Çelik), Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Levend, Agah Sırrı (1961), Tarih Boyunca Türk Dili, Ankara.
Şimşir,  Bilal N. (1992), Türk Yazı Devrimi, Ankara.