28 Mayıs seçimleri sonrası muhalefet hazin bir dağınıklık içinde. Öyle ki en solundan en sağına tüm muhalefet partileri “yapılabilecek hiçbir şey kalmadı artık” psikolojisi içine girdi. Peki gerçekten bu sis duman içinde yapılabilecek hiç mi bir şey yok? İsterseniz kafamızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp Türkiye seçimleri ile hemen hemen aynı zaman dilimi içinde Brezilya ve Yunanistan seçimlerinin sonuçlarına göz atalım.

İlk olarak Brezilya’ya tutalım projeksiyonumuzu; Siyasi yelpazenin zıt taraflarında yer alan iki rakibin kafa kafaya girdiği sert bir kampanya sürecinin ardından Lula, önce seçimlerin birinci turunda en fazla oyu aldı, sonra da seçimlerin ikinci turunda oyların % 50,9’unu alarak cumhurbaşkanı seçildi. Siyasi olarak izole olan Jair Bolsonaro, iki gün boyunca sessiz kaldı. Ardından, üst düzey danışmanlarının baskısı altında, iktidarı devretmeyi kabul etti.

Brezilya’da birçok kişi, Bolsonaro’nun seçimleri kaybetmesi durumunda sonuçları kabul etmemesinden endişe duyuyordu. (Ne kadar tanıdık geldi değil mi?) Zira seçimlerden önce yaptığı konuşmada Bolsanaro “Geleceğim için üç alternatif var: tutuklanmak, öldürülmek ya da zafer” diyerek seçimleri demokratik sürecin önemli bir mekanizması olmaktan çıkarıp kendisi ve destekçileri için bir ölüm-kalım meselesi hâline getirmişti.

Nitekim, seçimleri kaybetmesinden sonra binlerce destekçisi, otoyolları kapatarak ve askeri müdahale talep ederek sokaklara döküldü, ancak silahlı kuvvetler seçim sürecini bozmakla ilgilenmedi. Gösteriler bir süre sonra söndü ve hükümet geçiş sürecine başladı. Birçok kişinin Brezilya demokrasisine varoluşsal bir tehdit oluşturmasından korktuğu bir seçim, Brezilya kurumlarının gücünü kanıtladığı ve hatta belki de başkaları için bir model teşkil edebileceği bir dönüm noktası oldu.
14-28 Mayıs seçimlerinin hemen öncesinde komşumuz Yunanistan’da da 9 Nisan’da ve bir ay sonrasında 25 Haziran’da tıpkı bizdeki gibi iki turlu seçimler gerçekleşti. 

Yunanistan’da 25 Haziran’daki genel seçimlerin sonucunda sekiz parti Meclise girdi. % 40,55’lik oy oranıyla 158 milletvekili elde eden Yeni Demokrasi (ND) partisi 300 sandalyeli Mecliste tek başına çoğunluğu sağladı. % 17,84 oyla 48 milletvekili çıkaran Radikal Sol İttifak (SYRIZA) yeniden ana muhalefette yer alırken merkez soldaki rakibi PASOK ise % 11,85 oy oranıyla 32 milletvekili elde etti. Yüzde 3’lük seçim barajını aşan diğer partilerden Yunanistan Komünist Partisi (KKE) 20 milletvekili, Spartalılar 12 milletvekili, Yunan Çözümü (EL) 12 milletvekili, Zafer Partisi 10 milletvekili ve Özgürlük Rotası (PE) 8 milletvekili ile Mecliste temsil hakkı kazandı.

Ortaya çıkan bu sonuç önümüzdeki dönemde güçlü bir iktidara karşılık Mecliste bölünmüş bir muhalefetin bulunacağını gösteriyor. Muhalefet partilerinin aralarındaki rekabet ve görüş farklılıkları sebebiyle iktidarın politikalarına karşı ortak bir pozisyon belirlemeleri önceki dönemlere göre çok daha zor olacaktır. Bu durum ikinci Miçotakis hükümetinin daha kararlı ve cesur hareket etmesine imkân verecektir. Yunanistan siyasetinde solun zayıflaması ve aşırı sağın yükselişe geçmesinin de yeni dönemin siyasi dinamiklerini etkilemesi bekleniyor.

Sonuç olarak Türkiye’de dahil sosyolojik olarak birbirine benzeyen bu üç ülkede de görüldü ki aşırı sağın yükselişini önleyecek yegâne şey solun dağınıklığını çözmesi bir blok halinde hareket etmesi gerektiğidir. Kılıçdaroğlu dönemiyle Baykal dönemine göre göreceli de olsa biraz daha sol, sosyal demokrat bir çizgiye gelen CHP’nin ne yazık ki ittifaklar politikasında aynı çizgiyi tutturamadığı ve geçmişin beyaz torosçusu Akşener ve AKP’nin döküntüleriyle bir araya gelme ısrarı kuşkusuz seçimlerde başarı oranını azalttı. HDP’nin kapısını çalmayan, ittifaka davet etmeyen ve hatta bir Kürt politikacıyla fotoğraf bile çektirmekten imtina eden Kürt alerjili CHP/ Kılıçdaroğlu 28 Mayıs’ın hemen öncesinde Le Pen’in Türkiye şubesi müdürü akademik faşist liderle gizli protokoller imzalamaktan çekinmedi. Sonuçta da gerek beyaz torosçu Akşener, gerek akademik faşist Özdağ gerekse de AKP’nin döküntüleri seçimlerde yenilginin faturasını Kılıçdaroğlu’na kestiler. Ve günün sonunda Kılıçdaroğlu’nun güvendiği dağlara kar yağdı. Tarih boyunca kaypak, bel kemiksiz, “dün dündür bugün bugündür” özdeyişiyle kaypaklıklarını ve bel kimsesizliklerini itiraf eden sağcılar Brutus misali sırtından bıçakladı. Oysaki adlarını bile anmaktan korktuğu Kürtlerin illerinde CHP’nin kalesi İzmir’den bile daha yüksek oy oranları çıktı: Tunceli'de %82,81 Şırnak'ta % 76,33 Hakkari'de % 72,11 Diyarbakır'da % 71,61 Batman'da % 68,06 oranında oy aldı. Bu sonuçlar da bize gösteriyor ki Brezilya örneğinde görüldüğü gibi Sosyalist, komünist partilerin bu kez ortak bir odak oluşturarak birleşmesi ve mücadele sürdürmesi, CHP ve HDP (Kürt siyasal hareketi) ile yerel seçimler için iş birliğine girmesi çok daha sağlıklı gözüküyor. Eğer Yunanistan örneği gibi (ve tabi ki bizim 14-28 Mayıs seçimleri gibi) solun her rengi bir araya gelemez ise sonuç yerel seçimlerde de hezimet olacak. Ancak bu ittifak, birlik adı ne olacaksa artık sadece seçimlere endeksli olmamalıdır. Seçime endeksli altılı masanın seçim sonrası paramparça olduğunu gördük. Bu nedenledir ki kurulacak yeni ittifakın seçimlere endeksli olmayan ama seçimleri politikleştirerek önceden güvenceleri sağlayacak temsili demokrasiyi aşacak araçları yaratma hedefiyle uzun erimli bir mücadeleyi, bunun yolları üzerine düşünmesi gerekiyor. Sokağa inmeyen bir ittifakın sonu yine hezimet olacaktır. Kurulacak birliğin tıpkı çeliğe verilen su misali eylem birliği olarak dalga dalga grevlerle, sivil itaatsizlik eylemleriyle, sokak gösterileriyle sertleşmesi elzem. 

Korkut Boratav, 16 Temmuz’da BirGün Pazar’da seçim sonuçlarını tartışırken 1970’lere şöyle bir atıfta bulunmuştu: “Siyasal İslam’ın 2000 sonrasında AKP’nin örgütlenme yöntemi ve oradan aldığı güç, özünde Devrimci Yol yöntemlerinden esinlenmedi mi? Mahallerin gündelik hayatına damgasını vuran komiteler gibi… 1970’li yılların aşağı yukarı tümünde kentlerin yoksul mahalleleri, varoşları sol örgütlerindi, siyasete oralardan müdahale ediyorlardı.”

Eğer merkez sol (CHP) ve sosyalist sol (TİP, Sol Parti vb.) Bağcılar’da, Esenyurt’ta, Çiğli’de, Mamak’ta değil de Bağdat Caddesi’nde, Florya’da, Ayrancı’da, Bornova’da güçlüyse bunun bir özeleştirilerini vermeleri gerekmiyor mu? Metropollerde varoşlarda, kent yoksullarıyla, Anadolu’da köylere, mezralara varana kadar ülkenin her karışında örgütlenerek aşağıdan yukarıya katılımcı demokrasiyi ilmek ilmek örmek Sol’un birinci görevidir. Sınıf mücadelesi olmaksızın kitleler sol muhalefete yönelmez. 80 öncesi olduğu gibi Sol’un bütün cenahlarıyla fabrika ayarlarına dönmesi gerek. Hem de ivedilikle… Şimdi değilse ne zaman?