1.BÖLÜM: ÖĞRETMENİMİN BANA NEDEN VURDUĞUNU 35 YIL SONRA ANLADIM!

Bana neden öğretmen olduğumu sorsanız, çocukluğumda çokça eksikliğini hissettiğim anlaşılma ve destek ihtiyacımı telafi etme çabasından, derdim. “Hayattaki en büyük şans küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır” sözünü de bu nedenle çok severim. 

Öğretmenliğin tanımı yıllar içinde değişti ve gelişti. Öğretmenlik mesleği, çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikli bir eğitim anlayışıyla bugün çok daha iyi bir yere geldi. Bizler çocukken o kadar da şanslı değildik. En azından sevgi ve saygıyla hatırladığım sadece iki öğretmenimin oluşu bana bunu çok derinden hissettiriyor.

Her çocuk eğitim hayatı boyunca farklı dönemlerde ve farklı alanlarda desteğe ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyacı yaratan sorunu bulmadan çözüm üretebilmek mümkün değil. Sorunun saptanabilmesi ise ekstra bir çaba gerektiriyor. Çocuğun psikolojik, fizyolojik, nörolojik ve duygusal röntgenini, gerektiğinde bir uzman yardımı alarak tüm ayrıntılarıyla çekebilmek gerekiyor. Ben, mesleğimin bana sağladığı avantajla kendi röntgenimi geç de olsa kendim çekmek zorunda kaldım. Çocukluk yıllarımda öğretmenlerimden gelen anlamlı bir destek olsaydı belki de çok daha farklı bir hikayem olacaktı.

Bugünkü yazım, hiperaktivite ve bu tanımla çokça karıştırılan hareket ihtiyacı yüksek çocuklarla ilgili. Kendi hikayemden yola çıkarak, bir çocuğu doğru tanımlamanın ve yönlendirmenin onun hayatına nasıl etki edebileceğini ve ne kadar anlamlı farklar yaratabileceğini sizlerle paylaşmak istedim.
 Ortaokul yıllarımdı. Bir cuma günü bayrak töreni bitiminde beden eğitimi öğretmeninin hızla benim bulunduğum tarafa doğru yöneldiğini gördüm. Sonrası ile ilgili hatırladığım tek şey yüzümde şiddetle patlayan tokadın acısıydı. Ne olduğunu anlamadım, anlamadığım için anlamlandıramadım. Bana saygısızca hareket ettiğim için vurduğunu kaba bir dille söyleyip gittiğini hatırlıyorum. Öylece kalakaldım. Oysa ben İstiklal Marşı’nı her zamanki saygı, coşku ve hevesle söylemiştim.

Ailem, ulusal değerleri sonuna kadar benimsemiş ve bizleri de bu duyarlılıkla büyütmüştü. İlkokul yıllarımda sahneye çıkıp gururla şiir okumadığım tek bir milli bayram veya özel gün yoktu. Bu nedenle tokadın fiziksel acısı bir yana, fark etmeden de olsa kıpırdanmalarımın saygısızlık olarak nitelendirilmesi canımı daha da çok acıtmıştı. Hazır olda ve gururla İstiklal Marşı’mızı söylerken ne olmuştu da bir öğretmen çok uzaktan hışımla gelip beni tokatla ıslah etme çabasına girmişti. Yıllarca düşündüm. Ve her düşündüğümde tahmininizin çok ötesinde incindim, üzüldüm…

Aradan yıllar geçti. Üniversitede aldığımız özel eğitim dersinde hiperaktivite konusu işleniyordu. Hocayı tüm dikkatimle dinliyordum ya da dinlediğimi zannediyordum. Birden hoca parmağıyla beni işaret ederek, “bakın, mesela şu arkadaşınız hiperaktif”, dedi! Kendime o kadar konduramadım ki, kimi gösterdiğini anlamak için etrafıma bakındım. “Sen, sen!”, dedi. Sanırım kendimle ilgili duyduğum en tuhaf nitelendirmeyle karşı karşıyaydım. Ben ve hiperaktivite! Zihnimden yine aynı soru geçti. O sırada ne yapıyordum da hoca beni parmağıyla işaret ederek canlı bir örnek bulmanın sevinci ve coşkusuyla bana bugün bile kendisini hatırlatacak bir nitelendirme yapmıştı? Yaptığım tek şey oturmaktan bacaklarım uyuştuğu için arada bir bacaklarıma verdiğim ağırlığı değiştirmekti. Şimdi düşünüyorum da, İstiklal Marşı sonrası yüzümde patlayan tokadı da sanırım aynı sebepten yemiştim. 

Bugünkü bilgi ve deneyimimle düşündüğümde bu davranışıma neden olabilecek o kadar çok sebep sıralayabilirim ki! Belki dolaşım sistemimde bir sorun vardı. Belki bir bacağım diğerinden kısaydı. Belki kan değerlerim düşüktü. Belki vitamin ve mineral eksikliği nedeniyle halsizdim. Belki mevsimsel bir hastalık başlangıcındaki huzursuzluktu. Belki ailemde sorun vardı ve ben duygusal bir çıkmazdaydım. Belki gerçekten hiperaktiftim ve dürtüsel olarak kıpırdanıyordum. Belki de sadece hareket etme ihtiyacı yüksek, enerjik, alelade bir çocuktum. 

O günlerden bugünlere değişmeyen tek şey, hareket ihtiyacımın benim için su içmek kadar elzem oluşu…
Hikayemize geri dönelim. 

Seçtiğim alan gereği hiperaktiviteyle ilgili az çok bilgi sahibi olmuştum. Dahası, meslek lisesi ve üniversite yıllarımda yaptığım stajlarda bu tür özelliklere sahip çocuklarla sıkça karşılaşmıştım. Fakat benim, karşılaştığım hiperaktif profillerle örtüşen hiçbir yanım yoktu. 

Açıkçası bu nitelendirmeyi uzun süre pek de umursamadım. Gençtim, hayata karşı doğal bir heyecanım ve merakım vardı. Yakın çevremde tanıdığım birçok insanda olmayan ve aslına bakarsanız benim de onlara baktıkça yadırgadığım, “nasıl oluyor da bu kadar yavaş hareket edebiliyorlar” dediğim yüksek bir enerjiye sahiptim. Ailemde de herkes çok enerjikti ve bu bana hiç tuhaf gelmiyordu. 

Öğretmenlikte deneyim kazandıkça hiperaktif çocuklarla, hareket etme ihtiyacı yüksek çocuklar arasında benzerlikler kadar farklılıkların da olduğunu gözlemlemeye başladım. İşin kötüsü, özellikle son on yıldır neredeyse her hareket ihtiyacı olan çocuk hiperaktif olarak nitelendirilir olmuştu. Biraz daha yakından baktığımda yaşantılarındaki birçok dinamiğin çocuğun hareketliliğini olumlu ya da olumsuz yönde etkilediğini fark ettim. Bu çocuklar okul ve aile ortamlarında yapılan küçük düzenlemelerle hem hareket ihtiyacını karşılayabiliyorlar hem de sağlıklı ve keyifli bir okul yaşantısı sürdürüp iyi anılar biriktirebiliyorlardı. Tabii ki kendi hikayem bu anlamda bana hep yol gösterici oldu. Peki, gelelim az önce sorduğum soruya.  Ben gerçekten hiperaktif miydim?

Bir sonraki yazımda, içine doğduğum ailemin sunduğu doğal olanaklarla hikayemin nasıl olumlu yönde şekillendiğini anlatacağım.

Tekrar görüşünceye kadar sevgiyle kalın…