Depremden Daha Korkunç!

Yaşadığımız felaketi bir de anlatmaya çalışmak insana ağır geliyor. Çünkü biz onu zaten yaşayan, o felaketin altında kalan, öylece çaresiz bırakılanızdır. Pek çok deprem felaketinde olduğu gibi İzmir’de de depremi tüm dehşeti ve çıplaklığıyla yaşandık. Daha neyi anlatalım, neyi söyleyelim? Bu topraklarda bin kez yaşandı, yüz binlerce kez ölündü… Açıkçası sorun ortada, sorumlular belli, çözüm haritası ve yapılacaklar net!

İzmir depremi ve enkaz çalışmalarını anbean medyadan izledik; sosyal medyada da zaten gözümüzün önüne düşen resim, video ve yazının haddi hesabı yoktu. Özellikle enkaz çalışmaları esnasında, betonun altında kalmış çocuklar; onların ağlamaları, toza bulanmış, şişmiş yüzleri, donuk, bilincini kaybetmiş bakışları… Ailelerin çığlıkları, birbirlerine sarılmaları, ağlamaları… Ekiplerin kahramanlara dönüşmesi, yaşadıkları duygusallıklar, bir çocuğun görevlinin parmağını tutuşunun pozu… Sonrasında çocukların yaşam koridorundan geçirilmeleri ve anları, hastanede hayata her göz kırpışları… Her şey bir hikaye içinde tekrar tekrar yazılıp adeta fütursuzca paylaşıldı. Ah tühler ile heyecan, umut ile korku, ölüm ile hayat birbirine karıştı. Adeta şuurumuzu kaybettik. Ortaya koca bir duygu sömürüsü ve suistimaller silsilesi çıktı. Suistimal, fiziksel olduğu kadar duygusal bir şeydir de. Binaların duvarlarının kırılması o binayı kamusal bir alana dönüştürür mü, insanları orta malı yapar mı? Yani, herkesin görebildiği, uzaktan fotoğraf çektiği, medyadan izleyebildiği, mahremiyetin yok sayıldığı, enkaz altındaki insanların kameraya alındığı bir alana dönüştürür mü? İzmir’de bunlar oldu. Enkaz altında kalan özellikle çocukların hakları ihlal edildi ve hukukları adeta hiçe sayıldı. İnsan olarak çocuklarımızı duygularımızın bir objesi haline getirdik, sosyal medyamızdan paylaştık, duygusal sömürü aracımız haline dönüştürdük. Her çocuğumuz bir like etti, izlenirliği yüksek bir haberdi artık o. İnsan olarak ilk önce şunu kabul etmemiz ve bilincine varmamız gerekiyor; çocuklar bizim oyuncaklarımız; felaketin yaşandığı enkaz alanı da milyonlarca seyircisi olan ve seyircilerinin yoğunlaşmış duygularının akıttığı bir stadyum değildir. Bu durum, bir hukuk devletinde depremden daha korkunçtur.

Devlet sadece enkazı kaldıran değildir; enkazın altında kalanın hakkını hukukunu, mahremiyetini koruyandır, onu şefkatle sarandır. Oysaki enkaz altında kalanların her anı, duyguları, bedenleri bir sömürü objesi olarak gözlerimizin önüne serilmesine izin verildi. Bu bazen “yardım” çağrısı şeklinde yapıldı bazen “motivasyon” olarak yansıtıldı. Her ne nedenle olursa olsun, bunlar insan hakları ihlali açısından hafifletici sebepler olamaz. Bu nedenle depremde yıkılan binaların sorumlularına açılacak soruşturma kadar çocukların bu görüntüleri medyaya veren ve dolaşıma sokan kimseler hakkında da gerekenin yapılması lazım.

 Kitap: Elif Şafak-Aşk

“Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır hasretinde” diyerek başlıyor. Sonrası zaten bir derya, Şems’i Tebrizi ile Mevlana’nın Allah aşkına götüren dostluklarını ele alıyor. Daha ziyade okuyucuya yaşatıyor. Kitap bittiğinde, böylesine zor, iddialı bir konunun hakkını vermiş dedirtiyor. Bence böyle bir konuyu, bugünün kurgusu içinde ele almak bile bir cesaret işi ve takdire şayan bir durum. Beni en çok etkileyen kısmı, kapıya gelen bir kişinin Şems’i gördüğü yalanı karşısında, Mevlana’nın söylenilenin yalan olduğunu bildiği halde kaftanını vermesidir. İşte dostluk için o her şeyden vazgeçiş ve bir yalanın içinde bile olsa bir umut aramak. İnsanı derinden sarsıyor.

Film: Emir Kusturica – Yeraltı (Underground)

Bu filmi kaç kez izlediğimi bilmiyorum. İnsanoğlunun içgüdülerini öylesine derinden işliyor ki filmde adeta yaşama ve insana dair aradığınız her şeyi bulabiliyorsunuz. Aşk, ihtiras, iktidar gücü, propaganda, şiddet, ihanet, faşizanlık, kadının erkek tarafından nesneleştirilmesi. İnsanoğlunun hiç değişmeyen çizgisi ve mücadelesi var. 1941 Almanya’sını anlatır ama aslında vermek istediği mesaj tüm insanlığadır.