Büyüme ve kalkınma kavramları, bir devletin ekonomik ve toplumsal gelişimini ifade etmek için sıkça kullanılan ancak çoğu zaman birbirine karıştırılan kavramlardır. Ne yazık ki Türkiye’de hem iktidarlar hem de muhalefet, bu iki kavramı manipüle etmeyi bir meziyet sanmaktadır. Oysa büyüme ile kalkınma arasında çok temel farklar bulunmaktadır.

Ekonomik büyüme, bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içinde mal ve hizmet üretiminde niceliksel olarak artış yaşamasıdır. Genellikle Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) veya kişi başına düşen gelir gibi göstergelerle ölçülür. Üretim kapasitesinin artması, sanayi üretiminin yükselmesi, ihracattaki gelişmeler ekonomik büyümeye işaret eder.

Kalkınma ise yalnızca ekonomik büyümeyi değil; aynı zamanda eğitimin kalitesinin artması, sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması, gelir dağılımındaki adalet, hukukun üstünlüğü, çevre koruma, kadın-erkek eşitliği gibi niteliksel gelişmeleri de kapsar. Kalkınma; bireylerin yaşam standartlarının yükselmesi, toplumsal adaletin sağlanması, demokratik kurumların güçlenmesi ve özgürlüklerin teminat altına alınması gibi çok daha geniş bir çerçeveyi içerir.

Elbette yollar, köprüler, havalimanları ekonomik büyümeyi destekler; fakat vatandaşın günlük yaşam kalitesine etkisi sınırlı olabilir. Enflasyon gibi dolaylı vergi yolları ile özellikle dar gelirli vatandaş daha da yoksullaşırken, orta sınıfın cebinden parası, mutfağından ekmeği, kısacası geleceği ve hayalleri çalınmaktadır. Oysa 2000’li yılların başında enflasyonu düşürmeyi başaran bir hükümet vardı. Bugün aynı siyasi yapının enflasyon canavarı karşısında çaresiz kalmasının nedeni nedir? Devletten milyarlarca dolarlık ihaleler alan ve doyumsuzluğuyla ün salan müteahhitlere dur denilememesinin arkasında ne yatıyor? Siyaset ile sermaye sınıfı arasında kurulan simbiyotik ve girift ilişkiler mi?

Evet, yaşadığımız coğrafyanın jeopolitik zorlukları var. Ancak bu, kaderimiz olamaz. Türkiye; genç, eğitimli, çalışkan ve yetenekli insan kaynağına sahiptir. Sorun kaynak eksikliği değil, kaynakların nasıl ve kimler için kullanıldığıdır. Türkiye’nin kalkınma süreci; 1876’dan beri sürdürdüğü demokratikleşme çabaları ve kadınlara dünyada ilk kez seçme-seçilme hakkı veren öncü adımları ile şekillenmiştir. Bu değerlerin üzerine yenilerini eklemek bizim elimizdedir.

Batı Avrupa ülkeleri, özellikle İsveç ve Norveç, büyüme ile kalkınmayı birlikte yürütebilen model ülkelerdir. Norveç, doğalgaz ve petrol gelirlerini kısa vadeli büyüme uğruna tüketmek yerine Norveç Varlık Fonu’na aktararak gelecek kuşaklara yatırım yapmıştır. Aynı zamanda güçlü bir sosyal devlet yapısı kurarak eğitim, sağlık, çevre ve insan haklarında yüksek standartlara ulaşmıştır. İsveç ise kişi başına düşen geliri sürekli artırırken, sürdürülebilir şehircilik, kadın hakları ve çevre politikalarında da öncü olmuştur. Bu ülkelerde ekonomik büyüme, toplumun geneline yansıyan bir kalkınmaya dönüşebilmiştir.

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde zaman zaman yüksek büyüme rakamları görülse de, bu büyüme toplumsal refaha dönüşmüyorsa kalkınmadan söz edilemez. Batı Avrupa örnekleri, sürdürülebilir kalkınmanın ancak sosyal politikalarla desteklenmiş bir büyüme ile mümkün olduğunu göstermektedir.

Bugün ise enflasyon konusunda bile ortak bir gerçeklik zemini kuramadığımız tuhaf bir dönemden geçiyoruz. TÜİK, ENAG ve İTO gibi kurumların farklı enflasyon verileri açıklaması, halkın yaşadığı ekonomik sıkıntıyı daha da görünmez kılmaktadır. Asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı bu dönemde emeklilerin halini konuşmaya bile gerek yoktur. Neredeyse açlık sınırının üçte biri kadar maaş alan milyonlarca emeklinin sessizliği pek de hayra alamet değildir.

Rahmetli Nihat Genç’in Veryansın TV’de yıllar önce anlattığı bir hikâye bu durumu özetler nitelikte:

Kurtuluş Savaşı sonrasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu’ya yaptığı bir seyahat sırasında, bir köyde tarlada çalışan bir gençle karşılaşır. Atatürk gence seslenir:

— “Benimle güreşir misin?”

Genç hiç tereddüt etmeden kazmayı bırakır ve:

— “Neden olmasın?” der.

İkili güreşe tutuşur. O esnada yaver, Gazi yenilmesin diye gence çelme takmak ister. Gazi hemen müdahale eder ve yaverini uzaklaştırır. Güreş sonunda gencin gömleği yırtılır. Atatürk, yaverine dönerek gencin zararını ödemesini ister. Yaver, gence para götürür. Ancak genç parayı kabul etmez ve “Bu adam kimdi?” diye sorar. Yaver, “Bir tüccar” der. Genç inanmaz:

— “Tüccar gibi değildi. Hile yapmadı.”

Yaver bu kez “Büyük bir çiftlik sahibi” olduğunu söyler. Genç yine inanmaz:

— “O başka biriydi. Mert güreşti. Erkek gibi güreşti.”

Yaverin gözleri dolar. Artık dayanamaz ve kim olduğunu açıklar:

— “Güreştiğin kişi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tü.” der.

Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu anlayış tam da budur: Hilesiz, mert, adil bir mücadele. Ne büyümenin istatistiklerle süslenmiş sahteliğine ne de kalkınmanın içi boş retoriğine değil; gerçek anlamda, halkın yararına ve gelecek kuşakları gözeten bir kalkınma vizyonuna ihtiyacımız var.