MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihinde TBMM’de grup toplantısı sırasında PKK lideri Abdullah Öcalan’a “örgütü lağvet, TBMM’de DEM Parti grubunda konuş” demesiyle yeni çözüm ya da çözülme sürecinin startı verilmiş oldu.
Aylarca, Devlet Bahçeli’nin bu açıklamasından Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın haberi vardı-yoktu tartışması yaşandı. Muhalefet ise “Dün bize DEM’le iş birliği yapıyorsunuz” diye suçlamalarda bulunan Cumhur İttifakı’nın ise bugün bırakın DEM ile iş birliği yapmayı, PKK ile oyun kurduklarını ileri sürdü.
Yurt içinde yeni dönemle ilgili farklı sesler yükselirken, sınırlarımızın ötesinde Suriye’de yeni çatışma sürecinin fitilini Tom Barrack çoktan ateşlemişti. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve aynı zamanda Suriye özel temsilcisi olan bu kişi, bir misyon şefinden ziyade müstemleke valisi gibi konuşmaktan çekinmiyordu. İsrail, Filistin ve Arap dünyasıyla ilgili dile getirdiği saçma söylemleriyle sayfamı işgal etmesine müsaade etmeyeceğim. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ve gazetecilere dönük ifadelerini hatırlatmakta fayda var.
Tom haddini aşarak Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı milletler sistemini önerebildi. Aslen Lübnanlı olan bu sonradan görme kovboy, Lübnan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen bir basın toplantısında gazetecilere ayar vermekten çekinmedi. Şu sözleri sarf etti:
“Bir dakika, bir dakika… Farklı kurallarımız var, değil mi? Lütfen bir an sessiz olun.”
Bunun ardından, “Ayrıca size bir şey söylemek istiyorum. Bu an kaotik ve hayvani bir hal almaya başlarsa biz gidiyoruz… Medeni davranın, nazik ve hoşgörülü olun çünkü bölgede yaşanan sorunların temelinde bu var” dedi.
Bu kovboy Tom’un kibri ve hadsizliği, bölgeyi kan gölüne çevirme arzusunun dışa vurumundan başka bir şey değildir. ABD’nin Suriye’deki maşası olan eli kanlı terör örgütü PYD ile iş birliğini geliştirmesi, Türkiye’deki çözüm sürecini baltalama girişimi ve federasyon türküsü söylemesi bunun göstergesidir.
Filistin kasabı Netanyahu ise Ortadoğu’da “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” teolojisinin ateşini körüklemek için Türk milletinin damarına basmaktan çekinmiyor. Zaten Netanyahu’nun da Mazlum Abdi’nin de PKK’nın da hamisinin ABD olduğu bilinmektedir. Netanyahu’nun son olarak “1915 Ermeni soykırımını tanıyoruz” demesi bence kendi sonunun başlangıcıdır. Ona şu soruyu sormak gerekir: Bugün Netanyahu’nun Gazze’de yaptıklarıyla Nazi Almanya’sında Hitler’in Yahudilere yaptıkları arasındaki ortak yönler nelerdir? Netanyahu’nun bilinç altında kendisini bir SS subayı olmak mı mutlu eder? Yoksa Filistin’de açlıkla mücadele eden evi bombalanmış, anası babası öldürülmüş bir Filistinli çocuk olmak mı?
Sınırlarımızın dışında bu hadsizler, eli kanlı katiller ve Hitler’i aratmayan faşistler cirit atarken; yurt içinde TBMM’de koltuk işgal eden bazı DEM’lilerin çözüm sürecini baltalayacak söylemler üretmesi de manidardır. Acaba Sayın Hatimoğulları’nın hamisi de bu kovboy mudur? Yoksa “Türkiye Kerkük’e müdahale ederse bizde Diyarbakır’a müdahale ederiz” diyen sonrada sus pus koltuğuna oturan Erbil’de meskûn bulunan derebeyi Barzani mi?
Sayın Hatimoğulları, bebek katili Apo’ya “baş müzakereci” sıfatını uygun görmüş, kana doymayan eli kanlı, dili kanlı, Kandillilere şirin görünme hevesine kapılmış görünmektedir. Yine Hatimoğulları, Türkiye’nin üçte birini “Kürt” ilan ederek bölücülüğün nirvanasına ulaşmıştır.
Benim ise ona cevabım şu olmayacak: “Ne Kurtuluş Savaşı’nda ne Çanakkale’de ne de Birinci Dünya Savaşı’nda sizin atalarınız yoktu. Ya savaştan kaçtılar ya da İngilizlere, Fransızlara, Ruslara uşaklık ettiler. Ne şeyh Sait’i ne Seyit Rıza’yı ne de Said-i Nursi adıyla bilinen İngiliz Muhipler Cemiyeti mensuplarını unutmadık. Bugün bu topraklarda hâlâ yaşıyorsanız, bu sizin kaçkın dedelerinizin değil, benim yedi düvele karşı savaşan dedelerimin sayesindedir.” Demeyeceğim. Çünkü biz Türk milleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğunu kabul ediyoruz. Eşit yurttaşlık tanımının yapıldığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ilgili maddelerini okumasını özümsemesini tavsiye ediyoruz. Kurtuluş savaşı sırasında ihanet şebekelerinin marifeti ile Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışında mazlum ve mahrum kalan Musul, Kerkük, Halep illeri elbet tekrar Türk yurdu olacaktır. Hatimoğullarıgiller istese de istemese de.
İçeride ve dışarıda tüm bunlar yaşanırken Türk milleti ne yazık ki şaşkın ama vakur bir şekilde oynanan oyunları seyrediyor. İstanbul’un ikinci fatihi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e yapılan hakaretleri yutkunarak izliyor. Vatandaşlık tanımını etnik ve din temelli bir zemine oturtmaya çalışanları büyük bir kızgınlıkla izliyor.
Tüm bunlar olurken İstanbul’un göbeğinde bir dernek olarak faaliyetini devam ettiren Fener Rum Patrikliğinin baş papazı (kendi söylemi ile) “İmrozlu Keçi çobanı” Bartholomeos, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü haklı çıkaracak her tür bölücülüğe imza atmaktan da çekinmiyor. Patrikhane, Lozan’ın çizdiği sınırları zorlayarak kendisini devlet üstü bir kurum gibi pazarlıyor.
Sonuç olarak Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan son noktayı çok net olarak ortaya koymuştur. “Kılıç kınından çıkarsa kaleme ve kelama gerek kalmaz” demiştir. En azından mazlumları Netanyahu gibi bir kasabın eline bırakmayız demiştir. Bu söylemin alt metninde ise Türk devletinin kadife eldivenli demir yumruğunun tekrar hatırlatması vardır. Bu cümleyi anlayan anlasın. Çünkü hiç kimse ben anlamadım, yanlış anladım, kandırıldım deme hakkına sahip değildir.