John Ruskin’in şu sözü ile yazıma başlayacağım. “Pek çok din vardır ama ahlak tektir. Ahlaksız insanların dinleri olsa ne olur? olmasa ne olur?” der.
Ne yazık ki Türk milleti müthiş bir savrulma içerisinde. Dindar olduğunu iddia eden bir iktidar tarafından 23 yıldır yönetildiğimiz konusunda kimsenin şüphesi yoktur sanırım. Lakin Türk toplumunun dinden soğutulduğu başka bir dönem var mıdır, bilmiyorum. Tamamen rövanşist bir tabana oturtulan bu yapının temelleri aslında çok önceden atılmıştı. 1908 II. Meşrutiyetin ilanı ve İttihat Terakki Cemiyetinin daha sonra lağvedilmesi ile başladı. Memleketin ve Türk milletinin geleceği ile ilgili olumlu düşüncelerde bulunan entelektüeller ya yok sayıldı ya da söylemleri suç sayıldı. Cebinde İngiliz altınları ile din adına fetva veren satılmış cahiller her tür pozitif ilimle savaşır hale gelmişlerdi. Aylar yıllar geçti. Derken Serv anlaşması ile Türk milleti Anadol’unun üçte birine hapsedilmişti. İttihatçılığı bilinen Gazi Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde Serv yırtılıp atıldı, Türk milleti Ergenekon’dan çıkarcasına tekrar tam bağımsız bir devlet kurma kudretini gösterdi. Türk kurtuluş savaşı tüm dünyada mazlum milletlere meşale oldu.
Bu tarihi olaylardan kısaca bahsetmemin tek sebebi son günlerde yaşadığımız çalkantılardan kaynaklanmaktadır. Asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı bir dönemde yaşamanın zorluğunu anlatmama gerek yoktur sanırım. Toplumun büyük bir kısmının hukuka olan güveninin kalmadığı; siyaset kurumunun toplum nezdinde değersizleştiği bir dönemde umutsuz gençliğin tepkisinin ne olmasını bekliyorsunuz? Bu gençlerin bir kısmı milyonlarca dolar vergi kaçırdığı iddia edilen Dilan Polat gibi olma hayali kurarken; bir kısım gencimiz ise uyuşturucu tacirlerince parsellenen şehirlerimizde ki suç örgütlerinin bir parçası olma hayalini kurmaktadır. Holdingleşen cemaatler ise gençleri ya ucuz iş gücü ya da yeri ve zamanı gelince asker olarak kullanma yollarını tecrübe etmekteler. Bu cemaatlerin hiçbirinin birbirinden farkı olmadığını söylesek çok kızabilirler ancak gerçek bu. Bu cemaatler konjektör gereği pastadan daha çok pay almak adına kayıkçı kavgaları ile gündeme gelmekteler.
Adalet, bir toplumun temel yapı taşıdır ve bireylerin devlet mekanizmasına olan güveninin devamlılığını sağlar. Ancak, bu adaletin ahlaki değerlere dayanması gerektiği de tartışılmaz bir gerçektir. Neresinden tutarsanız tutun Türk adaleti Dilan Polat davası ile sınıfta kalmıştır. Dilan Polat, sosyal medya fenomeni olarak geniş bir kitleye hitap etmekte ve bu noktada ekonomik başarısı ve popülaritesi dikkat çekmektedir. Ancak, Polat’ın tutuklanmasına sebep olan iddialar, çeşitli usulsüzlükler ve yasadışı faaliyetlere dayandığı iddia edilmekte. Bu süreçte, medya ve kamuoyu tarafından çokça tartışılan mesele ise Polat’ın bu suçlamalar karşısında nasıl bir yargı sürecinden geçtiği ve beraat etmesi olmuştur.
Polat’ın tutuklanması, birçok insanın gözünde “suçlu” olduğu algısını yaratmıştı. Sosyal medyada, tutuklanma haberi sonrasında binlerce yorum yapıldı ve kamuoyunda ciddi bir tepki oluştu. Ancak, hukukun temel prensiplerinden biri, masumiyet karinesidir. Bir kişinin suçlu olup olmadığı, yargılama sonucunda mahkeme tarafından belirlenir. Polat’ın beraat etmesi ise birçok kişiyi şaşırtmış ve adalet sistemine dair tartışmaları alevlendirmiştir. İşin daha vahim kısmı ise Türk adaletinin verdiği kararların siyasi olduğu iddiasıdır. Bu söylemi ben yazmaktan bile hicap duyarken vergi kaçakçılığı konusunda söylenenler ise olayın tuzla biberi olmaktadır. Adalet sistemine olan güvenin sarsılması, bir toplumun genel huzurunu ve istikrarını tehdit eder. Dilan Polat vakasında yaşanan gelişmeler, birçok insanın yargı sistemine ve adalet kavramına olan inancını zedelemiştir. Beraat kararı, bazı kesimler tarafından adaletsiz bir sonuç olarak algılanmış ve bu algı, toplumsal bir hayal kırıklığına yol açmıştır.
Ekranlarda sağa sola tüküren, insanlara hakaret eden, altın tozu ile kahve içen, canlı yayında “bakanım” diye telefonla aradığı kişilerin gizemini kullanan; eğitimsiz ve görgüsüz kişilerin kazanımlarını bir kenara koyarsak vergi kaçırmadan başka kimler nemalandı? Bahse konu olan suç örgütleri kimler tarafından bu davada görünmez kılındı? Bu dava da siyasilerin etkisi var mı? Varsa bu siyasiler kim ya da kimler? Bu dava sonrası emniyette Soylu, Yerlikaya kavgasına evrilir mi? Bu soruları bir kenara bırakalım ilgililer cevaplandırır diye umudumuzu yitirmeden diğer konuya geçelim.
6 Mart 2023 tarihinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Millet ittifakının ortak adayı olarak açıklandı. Bu açıklamadan yaklaşık 10 gün önce Kemal Kılıçdaroğlu ile eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gayri resmi bir şekilde buluştu mu? Bu görüşmeyi hem CHP kulisleri hem de AK Parti kulisleri doğrulamaktadır. Bu görüşmede Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olmasının çok elzem olduğu ısrarla dile getirildi mi? Bu görüşme öncesi yine Kılıçdaroğlu ile eski AK Partili bazı milletvekilleri neden buluştu? Bu buluşmaya Eski Başbakan Davutoğlu’nun ekibinden kimler aracılık etti? Bu görüşmelerin sebebi Kılıçdaroğlu’nun adaylığının kesinleştirilmesi miydi? Bu adaylık sürecinde Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan’ın bir dönem daha yönetimde kalması ile ilgili miydi? Bu görüşmeleri yapanlardan birisi AK Partideki Masonlardan birisi miydi? Abdullah Gül bu görüşmede neyi elde etti? İYİ Parti eski Genel Başkanı Akşener’in istifası planlı mıydı? Bu yol haritasını kim ya da kimler ne zaman çizdiler? Tüm bu soruların cevabını aslında üç kişi verebilir. Abdullah Gül, Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener. Bu kişilere şu soruyu sormak zorundayım. Seçimleri siyasal etki alanları ile ters manipülasyona tabi tutmak ya da tutulmasına izin vermek ne kadar ahlakidir? Bu noktada Voltaire’nin şu sözünü hatırlatmak zorundayım. “Sıradan hırsız paranızı cüzdanınızı bisikletinizi çalar. Politik hırsız ise geleceğinizi, sağlığınızı, gülümsemenizi çalar. İkisi arasındaki fark; sıradan hırsız sizi seçer, siyasi hırsızı ise siz seçersiniz.” Akşener, Kılıçdaroğlu, Gül Volteire’nin bu veciz sözünden bir çıkarımda bulunabiliyorlar mı? Yoksa bu siyasettir her yol mübahtır diyerek konuyu kapatıyorlar mı? Son günlerde İBB başkanı Ekrem İmamoğlu ile Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un arasındaki atışma yeni bir kayıkçı kavgası mı? CHP’li Ekrem İmamoğlu’nun mağduriyet projesi olabilir mi?
Sonuç olarak Türk adaletine kimse parmak sallayamaz. Kürsü dokunulmazlığı olan seçilmiş büyük şehir belediye başkanının “ahmak” lafı beş yılla yargılanması da hukukun sorgulanmasına neden olur. Yine Türk adaletinin kırk yıl istediği cezayı beraate çevirmesi dikkatlerden kaçmaz. Hukuk konusunda derin soru işaretleri ve şüpheler oluşmasına neden olur. Olaylar dikkatle değerlendirilmelidir. Adalet siyasetin baskısından kurtarılmalı vicdanı ile karar vermesinin önü açılmalıdır.