Bu hafta 23 Nisan Eğemenlik ve Çocuk Bayramının 104. yılı ile ilgili "Sakatların İsmail'i" yazacaktım. İşgal altında ki vatanı kurtarmak için çocuk yaşta canını feda edenlerin destansı hikayesini kaleme alacaktım. Lakin Türk iç ve dış siyasetinde esecek fırtınaların öncüsü esintiler benim kanımı dondurdu. İster istemez bu konulara değinmek zorunda kaldım. Herşeyden önce 104. yılını kutladığımız Ulusal Eğemenlik ve Çocuk Bayramını kutlarım. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının kutlu mücadelelerinin meyvası ve emaneti olan Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet yaşaması için mücadeleye devam edeceğimizi söylemekten kıvanç duyarım. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti; yaşasın "Ne mutlu Türk'üm diyene" diye haykıranlar. 

Gelelim yazının başlığı İngiliz anahtarına. İngilizler Ortadoğu yu şekillendirmek için 1730 lu yıllardan buyana çalışmalarını kesintisiz sürdürmekteler. Bir taraftan kurdurdukları mezhepler, tarikatlarla ve uydu devletlerle toplumları uyuştururken bir taftan da Ortadoğu kabilelerinde asabiyeyi besleyerek çatışma ortamını süreklileştirdiler. Bu oyuna; tuzağa düşmeyen Türk devletinin siyasetcilerini "Soğuk savaş" döneminde devşirmek için ılımlı İslam tanımlamasını uyğulamaya koydular. Mısır'da İngizlerin kurdurduğu Müslüman kardeşler teşkilatı "Güneş batmayan İngiliz imparatorluğuna" hizmet etmeye yemin etmişlerdi. 1924'den bu yana Ortadoğu coğrafyasında İngiliz anahtarı gibi kullanılan Müslüman kardeşler 2010 yılından sonra "Arap baharı" adıyla yeni bir yapının kapısını araladılar. İngilizler Avrupa Birliğinden ayrılma kararıyla beraber ABD ile çatışna sahalarını belirlerken; Ortadoğu ve Ortaasya'da hakimiyet sahalarını (hırlama sahalarını)da beliediler. Bu sahaların olgunlaşması sırasında karşılarında iki gurup milli refleks gösterdi. Bunlardan birisi Rusya ve Rus ulusalcı kimlik. Diğeri ise Türkye ve Türk Ulusalcı kimlik.

Rusyayı Ukrayna bataklığına saplayan Anglosakson emperyalizmi batı Avrupayı Rusya korkusu ile terbiye etmeyi başardı. Aynı Anglosakson emperyalizmi Suriye'de ve Irak'da parçalanmayı gercekleştirdi. Bölgede yaşayan etnisiteleri hem birbirlerine hem de bölgedeki en güçlü devlet olan Türkiye Cumhuriyetine düşman etmeyide başardı. Bu parçalama işlemi sırasında ise Türkiye'yi göç mühendisligi sayesinde çaresizleştirmeyi başardı. Nufusumuzun yüde 15 inin göçmen olduğunu düşünürseniz bölgedeki çaresizliğimizi daha net anlarsınız. Yeni yapacakları iş ise Suriye'de PKK'nın uzantısı olan PYD'ye bir terör devleti kurdurmak olacaktır. Irak'da Barzani'ye kurdurdukları Irak yerel yönetim ile PYD'yi daha sonra birleştirmeyi pilanladıkları gün gibi ortadadır. 

Güneyimizde bu gelişmeler hızla devam ederken iç siyasette anayasa değişikliği devreye alındı. Bir anda yüzlerce STK anayasa değişikliği türküsü söylemeye başladı. Ne hikmetse hepsi aynı basmakalıp cümlelerle 1921 anayasasının üzerinde uzlaşılacağını ifade etmekteler. Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasının ilk dört maddesinin değişemiyeceğini bilmelerine rağmen bu talepde ısrar etmenin tek bir açıklaması kalıyor. Türksüz bir Türkiye kurma çabaları. Bu düşüncenin nafile olduğunu bilmelerine rağmen bu konuda ısrarcı olmalarını kültürel kodlarında aramak gerekmektedir. Son 50 yıldır hormonlu bir şekilde beslenen cemaatler ve bu cemaatlere bağlı STK lar, ticari uzantılar anayasanın içerisine devletin dini İslamdır ibaresinin eklenmesi kaydı şartı ile güçlendirilmiş yerel yönetimler adıyla eyaletlere bölünmemize karşı durmayacaklardır. Aslında devletin dininin Adalet olduğunu bilmelerine rağmen elde ettikleri kazanımları dahada artırarak yollarına devam etmek için bu yapılar bırakın İngilizlerle işbirliğini; seytanla bile aynı yatağa girermekten çekinmezler. 

Sonuç olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne anayasanın ilk dört maddesi ile ilğili değişiklik getirilir ve oylamaya sunulursa Büyük Türk Milketi üçüncü bir yol bulmayı bilir. Türk milleti yine mavi gözlü bir bozkurtun peşinden giderek yeniden Ergenekondan çıkmayı başarır.