Toksik Işığın Gölgesinde: Gülümsemek Zorunda Değilsin

Dünya artık bir enerji pazarı. Spiritüel koçlar, astrolojik haritalar, yüksek titreşim vaatleri, enerji şifacıları… Ve bunların hepsinin merkezinde dönen büyük bir kelime var: pozitiflik. Fakat bu pozitiflik söylemi, tıpkı fazla şeker gibi, başta tatlı gelse de sonra midede bir rahatsızlığa dönüşebiliyor.

Özellikle sosyal medyada sıklıkla karşılaştığımız “olumla”, “evrene gönder”, “yüksek frekansta kal”, “acı seni güçlendirir” gibi cümleler; hayatın kaçınılmaz parçaları olan acı, kayıp, yas gibi duyguları zararlı ya da aşağı frekans olarak etiketliyor. Bu da insanın en doğal halleriyle çatışmasına, kendi gerçekliğini inkâr etmesine neden oluyor.

Örnek 1: Elif – Yas Tutmasına İzin Verilmeyen Kadın

Elif, 35 yaşında, bir yıl önce annesini kaybetti. Yas sürecindeyken çevresinden gelen cümleler şöyleydi:

“Annen gitti ama şimdi melek oldu, güçlü olmalısın.”
“Senin enerjin çok düştü, kendini toparlamalısın.”
“Annenin de isteyeceği bu olurdu, hep gülümse.”

Elif bu süreçte gülümseyemedi. Ama yas da tutamadı. Üzerine bastırılmış duygularla panik ataklar başladı. Terapisti şöyle dedi:

“Senin ruhun acısını yaşamak istiyor ama sen sürekli onu bastırıyorsun. Yas, tutulmadığında patlar.”

Çünkü psikoloji, “duygu regülasyonu” derken; spiritüel pozitivizm “yüksek frekans” diyor. Ama yüksek frekanslar da zaman zaman sessizliğe, gözyaşına ve kabule ihtiyaç duyar. Elif, sonunda annesinin ölümünü iyileştirme hedefiyle değil, sadece onun gerçekliğini tanıyarak yaşamayı öğrendi.

Örnek 2: Onur – Acısını Paylaşamayan Erkek

Onur, 42 yaşında, eşi tarafından terk edildi. Hayat koçundan şu öneriyi aldı:

“Sen bu ayrılığı kendine çektin. Düşük enerjilerle doluydun.”
“Bu yaşadığın senin ruhsal yükselişin. Acı bir illüzyon.”
“Kurban zihniyetinden çık, bu bir fırsat.”

Onur bu cümlelerle kendi içine kapandı. Yaşadığı ihanetin duygusal ağırlığını taşıyamayınca, başkasına da anlatamadı. Herkes ona “ruhsal bir sıçrama tahtası” gözüyle bakıyordu. Bir gün içkiyle karışık bir öfke patlaması yaşadı. Terapisti şunu söyledi:

“Acı, senin suçun değil. Terk edilmek insanı ezer. Bunu anlamadan geçemezsin.”

Spiritüellik acının üstünü örttüğünde, onu aşamazsın. Onur, sonunda kendi yasına sarılarak, terk edilmenin onurunu da içinde taşımayı seçti. Bunu “gelişmek” için değil, sadece “insan” kalabilmek için yaptı.

Bugün “yüksek frekanslı” diye pazarlanan her öğreti, bazen en alçak sesli gerçekliğimizle çatışıyor: İnsan olmak, bazen kırılmaktır. Her şeyin iyi olacağına dair ısrar, bazen hiçbir şeyin gerçekten iyi olmamasına yol açabilir.

Çünkü dünya, sadece mutlulukla değil, hüzünle de dengede durur.

Ve bazen, ışığın en iyileştirici hali; karanlıkta bir süre kalmamıza izin verenidir.