Şehirli Çocuk!

Derler ki “Köroğlu, yiğitliği bir küçümencik itten öğreniktir.” Al Allah delini, zapt eyle kulunu… Haydi bakalım. Bolu Beyleri de buradaysa başlayalım. Zira bu ölülerle uluların savaşı. 

Esasında bu yazı şöyle başlayacaktı: “Celali azametli olan Cenab-ı Allah’a hamd olsun!” Bununla birlikte yeteri kadar kıyamet istencinden sonra şöyle bitecekti: “Hazırlansın tabutluklar, yeniden girip çıkacağız!” Vefakat ben nihayetinde taşa vuracağım baltayı önce bileyeyim istedim. Bilenler bilir, lüzumsuz uğraşları pek severim. Dolayısıyla beynimi kemiren binlercesini bir kenara ayırıp, hainlere şeref katar belki niyetiyle sadece birkaç soru soracağım. Bolu Beyleri mesajı aldıysa artık çıkabilir.

Soru 1:

İnsanı bağlamlarından ayrı değerlendiren ve herkesi aynı gören insan, ne kadar insan?

Soru 2:

Bağlamlarından kopmuş, anlamını yitirmiş insan, ne kadar insan?

Soru 3:

Anlamını hiç bulamamış olan insan, ne kadar insan?

Az bilenler esfel-i sâfilîn ve âlâ-yı illiyîn ayrımı yapabilir, kitap açmak serbest. Cevaplardan çok sormayı sevenlerin de yüzlerindeki tebessüme ayrıca hayranım, selam olsun.

Soruları sormak kolay, mesele; cevabı arama yolculuğuna çıkacak kadar cesur olabilmekte. Bilgi ve bilinç ayrımından dem vuruyorum yani. Bu tip soruları sorunca sebep sonuç ilişkisi içinde cevapları vermek basit oluyor. Bildim sanıyorsun, bilmiyorsun. Aynı dil bilmek gibi düşün. Türkçe bildiğini sanıyorsun, bilmediğini bilmiyorsun. Bilmediğini bildiğim için temsili istiare yapmayacağım. Senin anladığın dilde yazacak olursam; alegoriden bahsediyorum. Yapmayacağım. “Ya ama senin dediğin de Türkçe değil.” Diyerek içindeki lümpenliği kusacaksın eminim. Soruları bir daha oku. Buradan hareketle neden söze muhatap aradığımı ve yine neden yıllardır onlarca yerde yüzlerce kalem izi bıraktığımı anlarsın belki.

Teorik doğru ve pratik gerçeklik diye bir şey var. Senden ilham alınarak sana satılmak üzere tasarlanmış teorik doğruların, senin ve daha geniş çapta bütün insanlığın pratik gerçekliğine uymamasının sebebi, kötü taklitçilerin bağlam, anlam ve insan üçlemesini bilmiyor oluşlarından. Bereket versin onlar bilmemeye devam etsinler, ben kılçıksız balık olmaz deyip seni yine de seveceğim. Fakat bil ki bu, bizim denizin balığı olduğun için. Bak yine alegori. Anlıyorsun değil mi?

Esasında düşünmen gereken soruları yukarıda sordum velakin düşünmek çaba gerektiren bir eylem. Üstad’ın “fikir çilesini” haysiyetle derecelendirmesinin altında yatan etken de budur. Çünkü her işin neticesi çabayla ölçülür. Senin uygarlık diye tanımladığın Batı, fikirsel ve toplumsal bir alt kültür bütünü. Binaenaleyh dünyaya pazarladıkları ve alıcısı olmak için yarıştığın moderniteyi “kişinin orijinalliğinden utanmasıdır” diye tanımlayacak kadar da yavuz hırsız. Peki çabalarını hatta çabalarına olan inançlarını küçümseyebilir miyiz? Asla. Sezar’ın hakkı Sezar’ın olsun. Ben onun hakkını değil, kellesini isteyenlerdenim. Ne oldu, yine barbarlıkla mı suçlayacaksın? Durma. 

 Aslanım!

 Geçmişini bilmeyenlerin geleceği şekillendirmesi imkânı olmayan beyhude bir uğraş. Bu necip milletin boyu endazeden geçeli çok oldu. Örnek aldığın terzi diplomasisinin orijinali Hz. İdris’te (a.s.) mevcut. Orijinalliğinden utanmadığın gün ipliğinin ne kadar sağlam olduğunu idrak edeceksin. Reçete özüne dönmekte.

Unutma! “Köroğlu, yiğitliği bir küçümencik itten öğreniktir.” Sen ders almaya bak, bu işler görene, köre ne?