Nietzsche’nin Kara Orman’da yürürken göz çukurlarına dolan mutluluk gözyaşları, Rimbaud’nun tahta ayağıyla düşlerinin açıldığı çöller, yasaklı Rousseau’nun Alpler boyunca günbegün kendi içine doğru uzayan yolculukları, Thoreau’nunWalden kıyılarındaki sakin adımları, Nerval’in dar sokaklarda aylağımsı salınışı… Hepsinin ortak bir dili var: Yürümenin düşünceyi kıvama getiren ritmi. İnsan hareket ettikçe derinleşiyor, adım sesleri kimi zaman bir tefekkür çağrısına, kimi zaman bir başkaldırıya dönüşüyor.
İşte tam da bu yüzden, ele aldığımız Frederic Gros’un“Yürümenin Felsefesi” yalnızca yürümenin tarihinden, yürüyüşün felsefesinden ya da edebi izlerinden söz etmiyor; aynı zamanda yürüyen insanın kendini yeniden yaratmasınıanlatıyor. Aylakların, göçebelerin, sürgünlerin, hacıların, kaçakların, seyyahların ve münzevilerin ayak izleri arasından bize ulaşan tek bir soru var: Yürümek, evle iş arasında koşturmaktan ibaret olmak zorunda mı?
Kitap, bu soruya güçlü bir hayırla yanıt veriyor. Yürümenin iki nokta arasında gidip gelmek değil; varlığa doğru açılan yaratıcı bir eylem olduğunu savunuyor. Homo Viator—yani Yürüyen İnsan—kendi kırılganlığını, kaygılarını, tortularını adım adım sağaltarak ilerliyor. Her adımda yeryüzünün bir parçası olduğunu daha çok hissediyor, daha çok kök salıyor, daha çok hafifliyor. Çünkü yürümek aynı anda hem yalnızlığa çekilmek hem de toplumsal bir ayağa kalkış; hem bireyin iç çınarlarını sulayan bir sessizlik hem de bizi kolektif dönüşüme hazırlayan bir ortak ritim.
Ve tam burada Aşık Veysel devreye giriyor:
“Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece.”
Bu iki dize, kitabın ruhunu neredeyse özetliyor. Veysel’in yürüyüşü yalnızca bir fiziksel yolculuk değildir; bir varoluş muhasebesi, bir teslimiyet ve aynı anda bir direnç biçimidir. Onun “gündüz gece” yürüyüşü, adımlarımızın hem bilinçli hem bilinçdışı yönlerini kapsayan bir iç yolculuğa işaret eder. Kitap da benzer şekilde okura şunu fısıldıyor: İçinde yürünmeyen hiçbir yol gerçek değildir.
Aşık Veysel’in türkülere karışmış adımlarını Nietzsche’nin orman patikalarıyla, Rimbaud’nun çölleriyle, Thoreau’nunWalden kıyılarıyla buluşturan bu metin, yürüyüşün coğrafyasını bir haritadan çok bir ruh atlası olarak düşünmeye davet ediyor.
Sonunda anlıyoruz ki yürümek, yalnızca mesafe kat etmek değil; kendimizde çözülmeyen düğümlere doğru yol almak. Kim olduğumuzu, neye dönüşmek istediğimizi, hangi ağırlıkları taşımaktan vazgeçeceğimizi, hangi sesleri geride bırakacağımızı adım adım öğreniyoruz.
Yürüyen İnsan, kaygı ve korku yumaklarını çözerek varlığını yeryüzünün “ebediyen yeni olan” kalbine düğümlüyor.
Aşık Veysel’in dediği gibi:
“Bilmiyorum ne haldeyim / Gidiyorum gündüz gece.”
Bu kitap tam da bu hali anlamak, yolu yalnızca toprakta değil, insanın iç kıvrımlarında da aramak isteyenlere yazılmış bir çağrı.
Okurunu yürümeye değil—kendisiyle yürümeye davet ediyor.
